Monday

Guantanamo Günlüğü-1:



Kapatılamayan hapishaneyi barındıran yasaklar cenneti


ABD Başkanı Barack Obama, Washington’daki dar politik paslaşmalar arenasını “Yes, we can” sloganıyla değişim olabileceği inacıyla hareketlendiren bir lider portresi iken 1 yıl içerisinde popüleritisini hızla yitiren seçim kaybetme riskiyle yüzleşen bir politikacıya dönüştü. Meksika Körfezi’ndeki petrol sızıntısı göle dönüşünü karşısında Amerikan kamuoyunu hitabet yeteneğiyle yatıştırmayı başaramamış gözüken Obama, hanesine yazılan hayal kırıklıkları listesine eklediği bu yeni başlık öncesinde Guantanamo’daki hapishaneyi kapatma sözüyle de dikkatleri çekti. Obama’nın geçtiğimiz ocak ayında kapatmayı planladığı ancak halen 181 kişinin tutuklu bulunduğu Guantanamo Askeri Üssü’nün sadece bir bölümü olan ‘Delta Kampı’ olarak adlandırılan hapishanesindekileri yargılama süreci ise yabancı basına da açık devam ediyor.



Barack Obama’nın, neden buradaki hapishaneyi tümüyle kapatamadığı sorusuna yanıt aramak amacıyla küçük bir gazeteci grubu üyesi olarak dün Guantanamo’da ilk günümü tamamladım. Önümüzdeki üç gün boyunca Sudan vatandaşı Noor Uthman Muhammed’in yargılanmaya devam edileceği askeri mahkemeyi de izleyeceğim. Gazetecilikte ilkleri yaşama hedefiyle her günü, ayları kovalamaca ile geçiririz. İlk haberi, ilk röportajı yazan olmayı kimselerle paylaşamayız. Oysa her izlediğimiz olayın deneyimlerimizi zenginleştirdiğini, fark yaratıcı olma hevesiyle göz ardı ederiz. Belki deneyimi önemseyen Ankara gazeteciliğini etkisinden belki de Washington merkezli Amerikan politikasını anlama çabamdam dolayı Guantanamo’ya gelebilme imkanını yakalayınca dün kuşlık vaktinde Andrews Askeri Havalimanı’nda soluğu aldım. Bu noktada Amerika eleştirileriyle dikkat çeken belgesel yapımcısı ve yönetmeni Michael Moore’un, kendi ülkesindeki sağlık sistemini Guantanamo kıyılarına gelerek protesto ettiği sahnelerdeki yeri görme isteğimi de not düşmeliyim.

Birkaç haftadır devam eden yazışma trafiği sonucunda 9 kişilik yabancı basın mensupları grubu üyesi olarak düşündüğümüzün aksine askeri değil sivil bir uçakta, asker aileleri, tutuklu avukatları ve askerlerden oluşan yolcular arasında Küba’nın güney ucundaki ABD topraklarına geldim. Böylece ABD’nin 1903 yılında bugün diplomatik ilişki kurmadığı ve amborgo uyguladığı Küba’dan kiraladığı Guantanamo Körfezi’nde bir kent havasındaki askeri üssü yakından gözlemleyerek siz t24 okuyucularına aktarabileceğim.



Gazeteciler ‘Adalet Kampı’nda...

Bugün itibariyle ABD’nin kontrolündeki topraklar için Küba’ya ödediği miktar yıllık 4 bin 85 dolar iken, Guantanamo Körfezi’ndeki bu askeri üssü, halen dünyanın en ünlü hapishanesine ev sahipliği yapıyor. Başkan Obama’nın geçen ocak ayında bütün mahkumlarını başka hapishanelere aktararak kapatmayı planladığı ve Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları örgütlerince eleştiri konusu olan ‘Delta Kampı’ olarak adlandırılan hapishane varlığını ‘iyileştirilmiş koşullar’ içinde koruyor.

Guantanamo Askeri Üssü, barındırdığı hapishane ve askeri mahkeme süreci hakkında önyargıları kırmayı amaçlayan ABD Savunma Bakanlığı ise, yabancı basını bilgilendirmek amacıyla buraya tur düzenliyor. Böyle bir tur kapsamında dün öğlen ulaştığımız Guantanamo’da kadınlar ve erkekler olarak ikiye ayrılan basın grubumuz, ‘Adalet Kampı (Camp Justice)’na yerleştirildi. Geçmiş yıllarda Guantanamo Körfezi’nin havalimanı tarafındaki kıyısında dolayısıyla askeri üssün ana yerleşiminden uzakta tutulan gazeteciler artık feribotla gün sona erince dönüşleri sona erdiği için bu kampta çadırlarda kalabiliyorlar. Guantanamo Medya Merkezi’nin de bulunduğu kamp alanında gazateciler ana yürüme yolundan ayrılmamaları koşuluyla 24 saat açık internet gibi hizmetleri alabiliyorlar. Uçak yolcuğunda olduğu gibi gazeteciler, kullanmaları yasak olan askeri şebeke dışındaki cep telefonlarının çalışmadığı buradan internet, telefon gibi her hizmeti ücretini ödeyerek alabiliyorlar.

Washington’dan yola çıkmadan itibaren her aşamada “yasaklar” konusunda uyarılan gazeteciler, havalimanında indikten sonra askeri personel gözetimi altında belli açıdan ve sadece belli binaları fotoğraflama hakkına sahip bulunuyor. Bugün bazıları El Kaide’nin üst düzey yöneticileri ve 11 Eylül saldırısını planlayacıları olmakla suçlanan 181 mahkumu ağırlayan ‘Delta Kampı’ dahil olmak üzere “gelişigüzel” çekimler yapılması yasak. Bu gezi kapsamında yargılanma sürecinden bir bölümüne tanıklık edeceğimiz Sudanlı Noor Uthman Muhammed’in askeri mahkemesi sırasında fotoğraf ve video çekimi yasak olacak.

Guantanamo’dan yayınlabilecek fotoğraflarda askeri binaları yüksek noktalardan görüntülemek, su kuleleri ile güvenlik noktalarını ve görüntülerde ‘yetkili ve konuşmacı’ olanlar hariç asker veya sivil insan yüzlerini göstermekte yasaklar listesinde. Askeri yetkililerce kontrol edilmemiş fotoğraf veya video materyali yayınlanması halinde ise askeri mahkemece yargılanma yapılacağı da bu listedeki maddelerden birisi.

Bu yasakları adeta ezberlediğimiz günün sonunda okyanus üzerinde gün batımı manzarasıyla burası turistik bir cennet gibi ama askeri üniformalı...

Wednesday

Amerika’dan Türkiye’ye “anlamlı” kültürel destek:



Ani Harabeleri’ndeki Ermeni Kilisesi’ne 625 bin dolar


Washington’da geçen hafta gündemi en yoğun şekilde Ankara’nın işgal ettiğini not düşmemiz Türk – Amerikan ilişkileri bakımından yanlış olmayacaktır. Hafta boyunca Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri Amerika’daki Yahudi lobisi yanında “aleyhte atmosfer” hissi ile Ermeni lobisini de harekete geçirirken, Ankara’nın tavrını irdeleyen toplantılar birbirini izledi. Bu gündemde Amerika, kayda geçirilmesi gereken anlamlı bir adımı ise sessiz sedasız gerçekleştirdi: ABD Dışişleri Bakanlığı, Ermeniler için özel öneme sahip Kars ilindeki Ani Harabeleri’ndeki kilise kalıntılarını korumak için 625 bin dolar ayırdı.

Sözü Ani Harabeleri’ne bağlamadan önce Türk – Amerikan ilişkilerindeki son haftaya göz gezdirmekte yarar olacaktır. Washington, geride bıraktığı haftada Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi (CSIS), Siyasal, Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (SETA) DC Merkezi, Brookings Enstitüsü ve Orta Doğu Enstitüsü (Middle East Institute) bünyesinde soluk aldırmayan Türkiye içerikli toplantılara tanıklık etti. Abartısızca Washington’daki Türkiye uzmanları açısından en bereketli günlerdi. Türkiye’nin “stratejik ortak” veya “model ortaklık” ekseninden kaymış olduğu tartışmalarına sahne olan toplantılarda, New York Times’ın ünlü muhabiri Stephen Kinzer’in, ABD’ye Türkiye ile ilişkilerine Orta Doğu bölgesinde yaşayan bir ülkeden gelmekte olan uyarıları dikkate alarak yeniden bakması gerektiği yönündeki sözleri dikkat çekici satırları oluşturdu. Kinzer’in “Reset” başlığını taşıyan kitabıyla ABD’nin dış politikasına yönelttiği eleştiriler, farklı kesimlerden hem ilgi hem de övgü gördü ancak Amerika’nın “ana akım (main stream)” dış politika yapıcılarına sevimli gözükmediğini belirtmeliyiz. ABD’nin sol kesimini temsil eden Kinzer’in sözlerine karşılık Washington politikasını asıl belirleyici unsur olan orta sınıf Amerika’nın sesi Kongre’nin Türkiye’ye İsrail ve İran konularında sert tepki göstermesi ise “sürpriz” olarak nitelenmedi. Birleşmiş Milletler’deki İran’a uygulanacak yaptırımlar konusunda Türkiye’nin Amerika’ya karşı “hayır” tavrı koyması nasıl şaşırtıcı olmadıysa da Washington’da hiç de öyle “sıkıntısız süreç” ortamı oluşmamıştı. Beyaz Saray’ın verdiği Türkiye’nin yalnızlaşacağı mesajını, Kongre’nin Demokratlar ve Cumhuriyetçiler olmak üzere her iki kanadından isimlerce yapılan açıklamalar izledi. Türkiye aleyhine Kongre’de oluşmakta olan atmosferi, Amerika Ulusal Ermeni Komitesi (ANCA) başta olmak üzere Ermeni lobisi, Dışişleri Komitesi’nde 23’e karşı 22 oyla kabul edilmiş olan soykırımı tanıma kararını Temsilciler Meclisi gündemine aldırmak üzere değerlendirmeye başladı. Bu noktada, Amerikan Kongresi’nin köşe taşlarında etkili olduğu hep konuşulmakta olan Yahudi lobisince nasıl tavır alınacağı gündemdeki eskimeyen başlıklardan birisi olarak geri döndü.

Washington’un günlük rutini içerisinde Türk gazeteciler, AKP’nin (Türkiye’nin değil) ABD’ye dış politikasını dolayısıyla kendini anlatma derdi nedeniyle AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik ve beraberindeki heyetin basına kapalı yürüttüğü Kongre’deki temaslarını da not etmeye çalıştı. Tesadüf o ki (Washington’da “tesadüf” ve “komplo teorisi” arasında gel-git yaşanması da günlük rutin sayılmaktadır) Kongre’nin açıklaması AKP’nin yürüttüğü temasları büsbütün gölgeledi. Bu noktada Ermeni lobisince Kongre üzerinde Kasım 2010 seçimlerini hedefleyen ve soykırımı kabul ettirmeyi amaçlayan politik çalışmaları da ağırlık kazandı.

Sessiz tesadüf…

Washington’daki manzara böyle iken, Amerikan Kongresi’nin 2000 yılında kurduğu ve Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki Kültürel Koruma İçin Amerikan Büyükelçileri Fonu (US Ambassadors Fund for Cultural Preservation) tarafından 2010 yılında maddi destek verilecek projeler açıklandı. Amerika’nın maddi desteğini açıkladığı kültür projelerinden birisi, Türkiye’deki en eski Ermeni yapılarına ev sahipliği yapan Kars’taki Ani Harabeleri’nde 11’nci Yüzyıl’dan kalma bir kilisenin onarılması olması nedeniyle dikkate değerdi. Dışişleri Bakanlığı, Kültürel Koruma İçin Amerikan Büyükelçileri Fonu (US Ambassadors Fund for Cultural Preservation) aracılığıyla Ani Harabeleri’ndeki Kutsal Mesih Kilisesi (Surp Prikitch) kalıntılarını koruma ve onarma projesi için Dünya Anıtları Fonu’na (World Monuments Fund) 625 bin dolar ayırdığını duyurdu.

1000 küsur yıllık kilise

Dünya Anıtları Fonu (WMF), dünyanın çeşitli ülkelerindeki tarihi ve kültürel anıtları korumayı amaçlayan ve merkezi New York’ta bulunan bir kuruluş. Dünya Anıtları Fonu’nun proje bilgilerine göre, söz konusu kilise, 1001 yılında Kraliçe Katramide tarafından yaptırılmış. Mimari açıdan Gotik bir eser olarak değerlendirilen kilise, 1996 yılından beri Dünya Anıtları Fonu’nun izleme listesinde yer alıyor. Fon, kilise yıkıntılarını onararak Ani Harabeleri’nin turistik cazibesini arttırmayı amaçlıyor.



Belki...

Böylece ABD Dışişleri Bakanlığı, kuruluşundan itibaren 10 yıl içerisinde dünyada 640 tarihi ve kültürel koruma projesini desteklediği belirtilen Kültürel Koruma İçin Amerikan Büyükelçileri Fonu (US Ambassadors Fund for Cultural Preservation) aracılığıyla Türkiye’deki Ermeni kilisesini yaşatma kararı aldı. Bu karar, tesadüf mü, belki de… Belki de Türkiye’nin o açamadığı Ermenistan sınırında, kayalıklar üstünde, vadi kenarında yer alan Ani Harabeleri’ni yaşatma açısından önemli bir maddi destekten ibaret. Belki de Ankara’nın, Türkiye’nin aslında topraklarında var olan kültürel ve etnik zenginlikleri anımsaması bakımından işaret de sayılabilir. Belkileri çoğaltmaya başladığınızda Amerika dışında alıcısı fazla olmasına karşın Washington’da pek sevimli karşılanmayan “komplo teorisi” kapsamına da girebilirsiniz. Ancak belkisiz söylemeliyiz ki gün batımı manzarası görülmeye değer ve Ermeni uygarlığı yanında Selçuklu mimarisini kucaklayan Ani Harabeleri’nin yaşaması için önemli bir rakam okyanus ötesinden gönderiliyor.

Thursday

ABD, Türkiye’nin rotasına ad koydu: “Yalnızlık”

New York’taki Birleşmiş Milletler oturumunda, İran’a yönelik yaptırımları ağırlaştırma kararını Güvenlik Konseyi’nden 15 üye ülkenin oybirliğiyle yürürlüğe koymayı hedefleyen ABD, bunu Brezilya ile birlikte ret oyu gölgeleyen Türkiye’nin “stratejik ortak” veya “model ortaklık” yerine ilişkilerdeki yeni rotasını “yalnızlık” olarak öngörüyor.

Ankara, Washington’un dün gün boyunca sözlü açıklamalarındaki en ağırı “hayal kırıklığı” olan Türkiye’ye yönelik tepkisini “İran tutumumuz ABD ile ilişkilerimizde sorun yaratmayacak” diye algılamama hatasına düşmemeli görünüyor. ABD’nin ekrana yansıyan yüzleri, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde ret oyu kullanması konusunda tepkisel açıklamalar yapmaktan kaçındı ancak doğrudan Başkan Barack Obama’nın görüşünü yansıtan Beyaz Saray yetkilileri ise gerçek tepkiyi ortaya koydu. Beyaz Saray’ın mesajı, “Bugün (dün) Türkiye ve Brezilya, uluslar arası toplum (Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya kıtalarını temsil eden ülkeler) tarafından uzlaşma sağlanan İran’a yaptırım uygulanması kararı oylamasında yalnız kaldılar” oldu. Bu mesaj, Brezilya’dan öte, ABD’nin Avrupa Birliği’ne üyelik, Irak’ın toprak bütünlüğünü koruması gibi farklı başlıklarda gönlünü hoş tutmaya çalıştığı Türkiye ile “müttefiklik”, “ortaklık” ilişkilerini sürdüremeyeceğini kabullenmesi olarak görülüyor. Başka bir deyişle “ABD’nin artık Türkiye’yi yalnız bırakacağı” söylenebilir.

Açıklamalar trafiğini gözden geçirdiğimizde, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un, “İran ile diplomatik ilişkiler Türkiye ve Brezilya’nın rol oynamayı sürdüreceğini düşünüyorum” yönündeki sözleri, Ankara’nın ret oyuna rağmen Washington’da ilişkilerini gerilim noktasına taşımayacağı umudu yarattı. Başkan Obama’nın “İran ile diplomasi kapısını açık tutuyoruz” ifadeleri ise “diplomatik aracı” rolünü üstlenme gayretindeki Türkiye açısından pozitif olarak değerlendirildi. Dün ABD adına detaylı resmi değerlendirmeyi yapan isim olan Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı William Burns ise, Türkiye’nin Tahran Deglerasyonu’ndaki çabaları takdirle karşıladıklarını vurguladıktan sonra “Bugünkü oylamada hayal kırıklığına uğradığımızı gizlemiyoruz” dedi. Türkiye’nin İran’a yönelik yaptırımları uygulayacağını açıklamasını ise ABD olarak not ettiklerini sözlerine ekledi. Bu noktada ortada Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkileyecek “sert tepki” gözükmüyordu.

Ancak bu açıklamalarla aynı dakikalarda Washington’daki Türk gazetecilere Beyaz Saray’ın BM Güvenlik Konseyi oylamasına ilişkin yaklaşımı Başkan Obama’nın ekibindeki isimlerce aktarılıyordu. Tanıklık ettiğim diyaloglarda, Beyaz Saray yetkilileri, “Türk – Amerikan ilişkileri ne olacak?” ve “ABD’nin bundan sonraki adımı nedir?” sorularını ustalıkla ve diplomatik ifadelerle savuşturdu. Ancak Beyaz Saray yetkilileri, ABD’nin bütün diplomasi çevrelerince olduğu gibi Brezilya ve Türkiye’nin “ret” oyu vermesine karşılık ve ilk kez İran konusunda “ret” oyu almış bir tasarı olmasına rağmen ağırlaştırılmış yaptırımlar kararını “güçlü uzlaşma” olarak sunmakta ısrar etti. Bu ısrar sırasında, Beyaz Saray yetkilileri, İran’ın “farklı kişilere farklı şeyler söyleme” süreciyle nükleer silah edinme kapasitesini arttırdığı aylar kazandığını da vurguluyor. Bu noktada, “It’s not complicated” diyen Beyaz Saray yetkilileri, Türkçeleştirdiğimizde “Ortada karmaşık bir durum yok” ifadesiyle “Bölgesinde nükleer silahlanma karşıtı olduğunu her zaman vurgulayan Türkiye’nin, üstelik de komşusu olduğu için kendisi bakımından tehdit niteliği taşıyan İran’ın nükleer silahlanma gücüne sahip olduğu” gerçeğini anlaması gerektiği mesajını da verdi.

ABD’nin sağladığı “güçlü uzlaşma” tekrarlanırken; Brezilya ve Türkiye için yapılan “yalnızlık” yorumu dikkat çekici idi. Yetkililer, eğer Türkiye, İran’ın tutumunda gerçek değişiklik sağlayacaksa bunun hoş karşılanacağını ancak ABD’nin İran ile doğrudan görüşme kapısını aylar önce açtığını anımsatarak, üstü kapalı ifadelerle aslında ortada Türkiye’nin rol oynamasına gerek olmadığı vurguladı. Bu ifadelerden anlaşılıyordu ki ABD’nin, Türkiye’nin “ret” oyuna yaklaşımı sadece “hayal kırıklığı” ile geçiştirilemezdi. Öyle görülüyor ki ABD, Türkiye’nin tutumunu “ortak hareket edilen bir müttefik ülke” değil de “yalnız bir ülke” tavrı olarak değerlendiriyor.

Sunday

Aşk mektubu-1: Letters to Juliet…

(Fotoğraf karesinde elini gördüğümüz erkek teması olmadan Jülyet ayakları üstünde durmuyor mu?)

Satırlarıma duygularımı karıştıracağım, öyleyse “söze nasıl başlamalıyım” ifadesiyle amatörlük hilesine başvurmadan yazarlık mahareti göstermeli. Tarçınlı kekim gibi maharetle kıvama gelmeli hamuru, ki çayın yanında afiyetle bir lokma da okunmalı. Satırlarım arasında tarçın kokusu gibi aşkın kokusunu duyumsamalı. Satırlar eklendikçe kekim içindeki elma parçacıkları gibi anlattıklarım arasında okuyucumuz için damağında tat bırakacak anekdotlarım açığa çıkmalı. Satır başında verdim aslında ipucunu diyorum ki aşk mektubu kaleme alıyorum hadi yalansız yazalım tuşluyorum.

Tarçınlı keki, tarçınlı irmik helvasını, tarçınlı aşureyi seven bir erkek ile ömrümü geçireceğim düşüncesi ne zaman beni yakaladı acaba sorusuyla harfler üzerinde parmaklarımı gezdiriyorum. Biliyorum ki bugün mektubumu izlediğim başka bir mektup hikayesi tetikledi.

O zaman tetiğe basan katili açıklıyorum: Sinema…

Sinema için, belki her zaman hayal gücümü tetiklediğinden romantikliğimi de etkilediğini söylemek abartı olmaz. Etkileme diyorum çünkü belki “doğuştan engelli” olabilirim başka bir deyişle ne zaman romantikleştim kestiremiyorum.

Romantikliğim Meg Ryan ile Tom Hanks’i ayrılmaz ikili kıvamında birbirine yakıştırdığım “Sleepless in Seattle”, “You’ve got email” ve bu üçlemede 1990 yılı yapımı olması dolayısıyla ilk film olan ancak benim en son izlediğim “Joe versus volcano” filmleriyle mi pekişti? Ama ben ‘“Mesajınız var” filmi söz konusu olduğunda New York’un neredesinde yürüyorlar gibi’ sorularla meşguldüm uzunca süre. İyiki sonra DVD’sinde tek takıntılı kişilik olmadığıma işaret olarak benim gibi kentin sokaklarını merak edenlere hazırlanmış bölümü izleyerek sorularıma yanıt buldum. Dolayısıyla romantikliğimi acaba “Harry meets Sally” filmini izlerken pekiştirmiş olabilir miyim? Ancak Meggy ile başrolü Billy Crystal’ın paylaştığını not düşmeli. Sayısız kez, kitap okumak için yorgun hissettiğim akşamlarda, yarısında uykum geldiğinde “mutlu son” konusunda hiç şüphem olmadığı için rahatlıkla seyretmekten vazgeçebildiğim için izlediğim filmler… Bu filmlere Audrey Hepburn’ün sade güzelliğini seyre daldığım “Roman Holiday”, “Sabrina” ve “Tiffany’de Kahvaltı”sını eklesem. İngilizce adını hatırlamakta hep zorlanacağım ancak Türkiye’de Şebnem Ferah’ın şarkısıyla özdeşleştirmemi sağlayan “Sil Baştan (Endless sunshine of the spotless mind)” adıyla izlediğimiz filmi ise “romantikliğimi pekiştirmiş filmler” listeme altını çizerek ekliyorum. Kişisel romantik film tarihim, Yeşilçam klasikleriyle ve oradan konu sıçraması yapacağım Belkıs Özener, Ayla Dikmen şarkılarıyla karmaşıklaşarak gittikçe uzayacağından satırlarımı bugüne bağlamamda yarar görüyorum.

Bugün, nihayetinde bugüne geldim ama dimi? Bugün oyuncu performanslarından öte unutamadığım büyüleyiciliğiyle Toscana manzaralarını başrolüne oturtmuş olan “Letters to Juliet” filmini izledim. Amerikalılar pek tercih etmese de benim tercihim olduğu üzere sinema salondaydım. Washington’da genellikle başıma geldiği üzere de salonda iki elin parmaklarını aşmayan sayıdaki izleyicilerden biriydim.

İtalya’nın hüzünlü Selvi ağaçları önünde gerçek aşkı bulabileceğimize ilişkin insanlık tarihiyle yaşıt öyküyü tekrarlayan filmi, anılarımla izledim. Film, “Kaderinizde aşkınıza kavuşmanız varsa kavuşursunuz…” mutlu sonuna eriştiğinde, perdede reklamlar gösterildiği andan itibaren ne söyleyeceğini zaten bildiğimden gülümsedim. Biliyordum ki romantikliğimi pekiştirmiş filmler listesine eklenecek “Letters to Juliet” başrolünde Toscana olması gerekçesiyle Pazar gecem için en doğru seçimdi. Hikaye, benim “aşk” ile anımsadığım İtalya yolculuğumdaki ilk durağım Venedik’ten başlamasa da Toscana’ya gönül bağlılığımdaki ilk nokta olan Verona’da başladı. Siena’da ve bütün Toscana yöresinde Selvi ağaçları ile üzüm bağları arasındaki oldukça aşina inişli çıkışlı rotada devam etti.

(Romeo, evine çakılmış bu pano önünde duruyor olsa dahi acaba Aşık Romeo o mu?)




Filmin rotasındaki detaylardan öte kendi kekimdeki tarçın miktarına odaklanmam gerektiğini anımsayarak diyebilirim ki aşkı anlatacağım satırlara hangi harflerle başlayacağımı kestiremiyorum. Aşk benim için bazen Toscana, bazen fotoğraf kareleri, bazen gözlerimde saklayamadığım hüzün… Aşk tarçın gibi dilime iyice bulaştırdığımda acıtan ama hayatımda tıpkı adı üstünde “tarçınlı kekim” gibi unutursam sanki eksilecekmişim gibi düşüncelerimde yok etmeye korktuğum benim parçam. Bugün biraz tarçınlıyım. Kekimin içindeki elma parçacıklarını yazacaktım ama sabaha “Dov'e Romeo?” sorusu için balkonumdan içeriye süzülmeli (yalansız olacaksa bilgisayarımdan ayrılmalı) yatağıma dönmeliyim.

Jülyet