Sunday

Aşk mektubu-1: Letters to Juliet…

(Fotoğraf karesinde elini gördüğümüz erkek teması olmadan Jülyet ayakları üstünde durmuyor mu?)

Satırlarıma duygularımı karıştıracağım, öyleyse “söze nasıl başlamalıyım” ifadesiyle amatörlük hilesine başvurmadan yazarlık mahareti göstermeli. Tarçınlı kekim gibi maharetle kıvama gelmeli hamuru, ki çayın yanında afiyetle bir lokma da okunmalı. Satırlarım arasında tarçın kokusu gibi aşkın kokusunu duyumsamalı. Satırlar eklendikçe kekim içindeki elma parçacıkları gibi anlattıklarım arasında okuyucumuz için damağında tat bırakacak anekdotlarım açığa çıkmalı. Satır başında verdim aslında ipucunu diyorum ki aşk mektubu kaleme alıyorum hadi yalansız yazalım tuşluyorum.

Tarçınlı keki, tarçınlı irmik helvasını, tarçınlı aşureyi seven bir erkek ile ömrümü geçireceğim düşüncesi ne zaman beni yakaladı acaba sorusuyla harfler üzerinde parmaklarımı gezdiriyorum. Biliyorum ki bugün mektubumu izlediğim başka bir mektup hikayesi tetikledi.

O zaman tetiğe basan katili açıklıyorum: Sinema…

Sinema için, belki her zaman hayal gücümü tetiklediğinden romantikliğimi de etkilediğini söylemek abartı olmaz. Etkileme diyorum çünkü belki “doğuştan engelli” olabilirim başka bir deyişle ne zaman romantikleştim kestiremiyorum.

Romantikliğim Meg Ryan ile Tom Hanks’i ayrılmaz ikili kıvamında birbirine yakıştırdığım “Sleepless in Seattle”, “You’ve got email” ve bu üçlemede 1990 yılı yapımı olması dolayısıyla ilk film olan ancak benim en son izlediğim “Joe versus volcano” filmleriyle mi pekişti? Ama ben ‘“Mesajınız var” filmi söz konusu olduğunda New York’un neredesinde yürüyorlar gibi’ sorularla meşguldüm uzunca süre. İyiki sonra DVD’sinde tek takıntılı kişilik olmadığıma işaret olarak benim gibi kentin sokaklarını merak edenlere hazırlanmış bölümü izleyerek sorularıma yanıt buldum. Dolayısıyla romantikliğimi acaba “Harry meets Sally” filmini izlerken pekiştirmiş olabilir miyim? Ancak Meggy ile başrolü Billy Crystal’ın paylaştığını not düşmeli. Sayısız kez, kitap okumak için yorgun hissettiğim akşamlarda, yarısında uykum geldiğinde “mutlu son” konusunda hiç şüphem olmadığı için rahatlıkla seyretmekten vazgeçebildiğim için izlediğim filmler… Bu filmlere Audrey Hepburn’ün sade güzelliğini seyre daldığım “Roman Holiday”, “Sabrina” ve “Tiffany’de Kahvaltı”sını eklesem. İngilizce adını hatırlamakta hep zorlanacağım ancak Türkiye’de Şebnem Ferah’ın şarkısıyla özdeşleştirmemi sağlayan “Sil Baştan (Endless sunshine of the spotless mind)” adıyla izlediğimiz filmi ise “romantikliğimi pekiştirmiş filmler” listeme altını çizerek ekliyorum. Kişisel romantik film tarihim, Yeşilçam klasikleriyle ve oradan konu sıçraması yapacağım Belkıs Özener, Ayla Dikmen şarkılarıyla karmaşıklaşarak gittikçe uzayacağından satırlarımı bugüne bağlamamda yarar görüyorum.

Bugün, nihayetinde bugüne geldim ama dimi? Bugün oyuncu performanslarından öte unutamadığım büyüleyiciliğiyle Toscana manzaralarını başrolüne oturtmuş olan “Letters to Juliet” filmini izledim. Amerikalılar pek tercih etmese de benim tercihim olduğu üzere sinema salondaydım. Washington’da genellikle başıma geldiği üzere de salonda iki elin parmaklarını aşmayan sayıdaki izleyicilerden biriydim.

İtalya’nın hüzünlü Selvi ağaçları önünde gerçek aşkı bulabileceğimize ilişkin insanlık tarihiyle yaşıt öyküyü tekrarlayan filmi, anılarımla izledim. Film, “Kaderinizde aşkınıza kavuşmanız varsa kavuşursunuz…” mutlu sonuna eriştiğinde, perdede reklamlar gösterildiği andan itibaren ne söyleyeceğini zaten bildiğimden gülümsedim. Biliyordum ki romantikliğimi pekiştirmiş filmler listesine eklenecek “Letters to Juliet” başrolünde Toscana olması gerekçesiyle Pazar gecem için en doğru seçimdi. Hikaye, benim “aşk” ile anımsadığım İtalya yolculuğumdaki ilk durağım Venedik’ten başlamasa da Toscana’ya gönül bağlılığımdaki ilk nokta olan Verona’da başladı. Siena’da ve bütün Toscana yöresinde Selvi ağaçları ile üzüm bağları arasındaki oldukça aşina inişli çıkışlı rotada devam etti.

(Romeo, evine çakılmış bu pano önünde duruyor olsa dahi acaba Aşık Romeo o mu?)




Filmin rotasındaki detaylardan öte kendi kekimdeki tarçın miktarına odaklanmam gerektiğini anımsayarak diyebilirim ki aşkı anlatacağım satırlara hangi harflerle başlayacağımı kestiremiyorum. Aşk benim için bazen Toscana, bazen fotoğraf kareleri, bazen gözlerimde saklayamadığım hüzün… Aşk tarçın gibi dilime iyice bulaştırdığımda acıtan ama hayatımda tıpkı adı üstünde “tarçınlı kekim” gibi unutursam sanki eksilecekmişim gibi düşüncelerimde yok etmeye korktuğum benim parçam. Bugün biraz tarçınlıyım. Kekimin içindeki elma parçacıklarını yazacaktım ama sabaha “Dov'e Romeo?” sorusu için balkonumdan içeriye süzülmeli (yalansız olacaksa bilgisayarımdan ayrılmalı) yatağıma dönmeliyim.

Jülyet

1 comment: