Wednesday

Gez gez... Berlin... Berlin...



Hayatım dediğim yolculukta, son durakta ne zaman ineceğimi bilmediğim için öncesinde dünya coğrafyasında pek çok durakta soluk almak istiyorum. Bugünlerde Türkiye’de gündemde olan karavanla yolculuk yapan Fransız aile gibi yola çıkma öykülerine imreniyorum. Cesaretsizlik mi yoksa doğumla şekillenen koşullardan mı bilmiyorum ancak sırt çantamla yollara dökülemedim. Ancak gazetecilik mesleğinde belki en sevdiğim özellik olan masa başına bağlı kalmamak avantajı sayesinde 30’lu yaşlarıma erişmeden dünyada epeyce ülkeye ayak bastım. Ama henüz görmeyi arzuladığım coğrafyalar, dokunmayı düşündüğüm yapılar, yürümeyi planladığım sokaklar ve mola vereceğim kafeler için yeterince gezmedim. Gezi planımdaki ülkeler söz konusu olduğunda benden öncesinde yola çıkmışlara kulak vermeyi sevdiğimden, gazetecilik koşuşturmasıyla geçecek birkaç günlük geziler dahi olsa elime o ülkeye ait gezi rehberini almayı ihmal etmedim.

Benim açımdan bir ülke rehberini elime alıp okumaya başlamak, o ülke sokaklarında yürümeden önceki en temel adım. Rehberde okuduklarıma internet teknolojisiyle sunulan bilgiler de eklenince gittiğim kentlerde, müzeleri, tarihi yapıları, kafeleri ama en önemlisi sokakları “evet, burası…” ifadesiyle gezdim.

Bir kenti sokaklarında yürüyerek anlama inancını tüm kalbimle benimsedim ve en nihayetinde haritam yanımda bilinçli kaybolmalar yaşadım. Venedik haricinde hiçbir kentte gerçekten kaybolmadım. Venedik’in "sokaklar" demeye dilim varmıyor “daracık geçitler” diyebileceğim aralıklarında yürürken, hayatımda ilk kez “Kayboldum” dedim. O gün birkaç dakikalık haritaya bakış sonrasında, kendimi Venedik'in bir meydanına attığımdan beri de her kent, birbirinden farklı ama kendine özgü bir ruha sahip sokaklarında bilinçli kaybolmama izin verdi. En nihayetinde sokaklar nereye çıkacak bilsem de sokaklarda özgün bir ev, bir ağaç, bir ibadethane, bir kapı oyması, bir heykel gördüm. Rehber kitaplarda yazılmayanları da yürüyüşlerimle keşfetme mutluluğunu yaşadım. Her yolcu gibi kendi yolculuğumu “özel” diye kutsadım. Belki benden öncesinde onlarca fotoğrafları çekilmiş olan kapıları, yapıları yeniden fotoğrafladım. Kentleri anlarsam ülkeleri, orada yaşayan insanları biraz anlayabilirim diye düşündüm. Ankara Üniversitesi günlerimden Korkmaz (Alemdar) Hocam’ın tavsiyesi kitaplarla gelişen kentleri içlerinde barındırdıkları tarih ve popüler kültür ile anlama çabam, yolculuklarımı benim için hep özel kıldı. Bu nedenle de gezilerimde her zaman ilkokul birinci sınıfta ilk gününü yaşayan bir çocuk gibi heyecanla ortalıkta dolanıyorum.

Artık Jason Lutes’e hayranım



Son birkaç haftadır kentlere duyduğum sevgi, “çizgi roman” okuma ilgimle birleşti. Ankara’da Dost Kitabevi ile kurduğum ilişkiyi burada Barnes&Noble’un Georgetown’daki şubesiyle kurduğum için boş anlarımda kendimi buraya atıyorum. Kitabevleri ve kütüphaneler benim açımdan dünyadaki tapınaklar… Eğer hayatta geçim sıkıntısı derdim olmasa ve kitapçılara ömrünü adayacak rahibe alımı yapılsa idi herhalde gönüllü olurdum. Ancak maalesef Barnes&Noble gibi tapınaklar için cebinizde para bulunması gerekiyor ve gönlünüzdeki okuma aşkı pek de kimseyi ilgilendirmiyor.

Her neyse geçtiğimiz haftalarda Barnes&Noble’daki raflar arasında yine kitaplara bakınırken, çizgi roman bölümünde “Berlin City of Stones” adlı kitabı gördüm. Doğduğum ülkeye başkentlik eden ancak ortasındaki duvar yıkıldığından beri görmediğim Berlin’e gitme istediğim ile çizgi roman merakım bana bu kitabı satın aldırdı. Berlin’in İkinci Dünya Savaşı öncesinde Nazi ülkesine dönüşme sürecini anlatan çizgi roman, politik cephelere bölünmüş insanlardaki çelişkili düşünceleri, sadece politik değil cinsel tercihlere de uygulanan baskıyı gözler önüne sermesiyle beni etkiledi. Berlin'in, 1989'da yıkılan duvarını yaratan koşulların nasıl ortaya çıktığını akıcı ve görsel bir anlatımla aktaran kitap, Hitler'in ülkesine dönüşen Almanya'yı anlamamda bir adım oldu.



Jason Lutes’in benim maalesef Türkiye’de hiç duymadığım ünlü Berlin serisini topladığı bu ilk kitabını bitirir bitirmez hemen ikinci cildi olan “Berlin City of Smoke” için kitapçıya gittim. Dün gece ikinci cildi bitirince artık kendimi Jason Lutes hayranı olarak adlandırdım. Berlin’deki tarihi kamplaşmayı, çizgi roman olması nedeniyle hiç de sıkmadan anlatan kitaplar, içimdeki Berlin yolculuğu hevesini kamçıladı.

Unutmadan belirteyim ki Lutes’in Berlin kitapları, İngilizce öğrenme adına yaşadığım Amerika macerasını anlamlı kıldı. Ben biliyorumki geç de olsa “Berlin City of Stones” ve “Berlin City of Smoke” gibi kitapları keşfetmek ve okuyabilmek için çabalıyorum.

No comments:

Post a Comment